VEDA HUTBESİ:

VEDA  HUTBESİ:
Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396). Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.
Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (et-Tevbe, 9/28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.
Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: "Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim"(el-Mâide, 5/3). Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasulüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irac etti:
"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.
Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.
Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadıların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'ândır.
Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder."
Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:
"Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.
Hz. Peygamber güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Rasûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Rasûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla:
"Ey insanlar! Sizi Allah'ın kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem. " Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini: "Ey insanlar! Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayını helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün gibi aynı duruma döndü. Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Receb'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."-Zilhicce ayı değil midir?"-Evet Zilhiccedir."-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.-Mekke Şehri değil midir?"-Evet Mekke'dir."-Bugün hangi gündür?
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil midir?"-Evet yevmünahr'dır. Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız. Ey İnsanlar! Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin. Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından Rasûlüllah iki kez:"- Tebliğ ettim mi?" buyurdu.Sahabîler:-Evet ettin, deyince O;"Şahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı: "Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "
Rasulüllah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra traş olan Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dirine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 110/1-3) mealindeki Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.
Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler:
İncelendiği zaman Veda Hutbe'sinde Peygamber (s.a.s)'in başlıca şu noktalara değindiği görülür:
1- Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.
2- Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şer-inden de Allah'a sığınmak lâzımdır.
3- Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
4- Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
5- Faiz haramdır.
6-Kan davası gütmek haramdır.
7- Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet
edilmemelidir.
8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.
9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
11- Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.
12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
14- Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
15- Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamber'in sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.
16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.
17-Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz. Peygamber'in tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükâfatı cennettir.

TEBÜK SEFERİ

TEBÜK SEFERİ Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket. Tebük arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır. Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah'ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'ın Resulu diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke'den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı. Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991). Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı: "Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde, eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah'ın O'na yardım edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40). İİslâm toplumu su ayetle topluca cihata çağrıldı: "Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41). SAHABENİN ORDUYA YARDIMLARI: Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar. Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber'in "Geride ne bıraktın?" sorusuna "malımın yarısını" diye cevap vermiştir (İbn Esîr, Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin "Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü bıraktım" diye cevap verince, bunu işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır (Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., III, 327). Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarısını getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmiştir. Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullah'ın kucağına dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı ol” diye dua etmiş ve Osman'ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun bulunmayacağını bildirmiştir (bk.Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkıdî, a.g.e., III, 991; İbn Ishak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrıca Hz. Osman'ın birer altın sarfı ile onbin askeri techiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir. (Vâkıdî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşraf, 1, 368). Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır" buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihata hiçbir katkısı olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'ı Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu:"Muhammed'in varlığı, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların Divan'ına yazıldın" (İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500). Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır: "Hz. Âîşe'nin evinde Resulullah (s.a.s)'ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu" (Vâkıdî, Meğâzî, III, 991, 992). Tebük Seferi ve Münafıklar: Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar. Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206). Münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'ın Resulu seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66). Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi. Bazıları şunlardır: "Onlardan bazısı peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır" (et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'ın Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmediler. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın " dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır". Keşke bilseydiler. Yaptıklarının cezası olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96). YAHUDİ SÜVEYLİM 'İN EVİNİN YAKILMASI: Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamber'in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı. Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'ı (ö. 36/656) bazı sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrık ve arkadaşları ise damdan atlayıp kaçtılar (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124). İHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR: Mümin oldukları halde ihmalcilik yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi. Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmiş, Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını şöyle belirtmiştir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler" (Vâkıdî, Meğazî, III, 997, 998). Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle açıklanır: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118). ÖZÜR NEDENİYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUŞU: Ashab-ı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir. Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında şöyle buyurmuştur: "Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir" (Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300) TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUĞA İMKÂN BULAMAYANLARIN AĞLAYIŞI: Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma'kıl b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir: "Cihada çıkabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamıyorum" dediğinde, savaş araç ve gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92). Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143). TEBÜK YOLCULUĞUNUN BAŞLAMASI: Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'ın sonuncu gazası oldu. Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır" gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetişti. Resulullah'ın geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278). Hz. Peygamber'in komutasındaki onbin kişilik İslâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi . Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü. Bunlardan bazıları şunlardır: 1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar: Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti (bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu. Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye neş'eyle girilmesini, Hıcr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V, 231). Allah elçisi, Hicr'da gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi. Mücahitler Hicr'da sabahlayınca şiddetli susuzlukla karşılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa peygamber'in Allah'tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi. Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"ın kaybolması: Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adlı münafık; "Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., III, 1010). Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir (Vâkıdî, Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III, 1010). Abdurrahman b. Avf'ın imam oluşu: Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'ın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; "Güzel yaptınız" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011). Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme: Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23). Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı: Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III, 1015, 1016). Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabı ile istişare etmesi: Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: "Eğer gitmekle emrolundun ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1019). Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed'e verilen beş haslet: Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccud) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti: a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim. b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kılındı. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi. c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Halbuki önceki peygamberlere helâl kılınmamıştı. d- Bana şefaat makamı verildi. e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .). Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla getirmektedir. Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyarı İslâm'a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır . İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin yalnız mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır. Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .). Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir . Ayette şöyle buyrulur: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60). Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi. Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler . Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî a.g.e., III, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166). Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması: Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Kızıldeniz'in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be, gelerek yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna'ya şu ahitnameyi yazılı olarak verdi. "Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir” (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169). Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031). MESCİD-İ DİRÂR OLAYI: Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldırmaya cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Şam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çıkılmamıştı. Üstelik Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık (tâun) olduğu da haber alınmıştı. Geri dönüş için yola çıkan ordu Ramazan'ın ilk günlerinde Medîne'ye ulaştı. Hz. Peygamber Tebük'e giderken Medine'ye bir saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geliniğinde münâfıklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'ın Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yağmurlu gecelerde namaz kılmak üzere bir mescid bina ettik. Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle dua buyursanız"dediler. Hz. Peygamber bunun dönüşte olabileceğini söylemişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler. Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu münafık ve fasığın teşviki ile münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle yapılmış ve Hz. Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi. Kur'an-ı Kerîm'de bu mescidden şöyle söz edilir: Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar" (et-Tevbe, 9/107). "Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110). Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dırar'ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldırılmış oldu (bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa'd, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422). Özürsüz cihada katılmayan üç kişinin çilesi: Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye girişte doğrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekat namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah (s.a.s)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi. Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamber'in huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler. Resulullah (s.a.s) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'i göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eşlerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek; "Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine yardımcı olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin verildi. Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah'ın Resulu Ka'b b. Mâlik'e şöyle buyurdu: "Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber; "Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu. Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha hayırlı olacağını söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.). Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118). Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık ömrü boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi. Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çıktılar.

HUNEYN SAVAŞI: (Şevval, 8. H/630 M.)

HUNEYN  SAVAŞI:  (Şevval, 8. H/630 M.)
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında meydana gelen savaş.
Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman, nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.
Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı. Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.
İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmuştu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.
Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere ulaşacaklarını müjdeledi.
İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde, düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.
Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah, Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.
Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye bağırıyor, fırsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.
Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi. Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçışan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar "lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya başladılar.
Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.
Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.
Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir: "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).
Rasûlüllah (s.a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları savunma başarısını gösteremedi.
Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.
Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.
Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu .  

MEKKENİN FETHİ:

MEKKENİN  FETHİ:
Hudeybiye andlaşmasına göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekiroğulları kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.Fakat Bekiroğulları kabilesi ansızın Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye,İkrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytıb bin Abduluzza, Mükrez oğlu Hafz ve bir kısım kureyşli müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldırmışlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 40 kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayı Resulullaha anlattılar. Resulullah Kureyşlilere, ya bu saldırıda öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekiroğullarının himayesini bırakmasını istedi. Kureyşli Müşrikler bunları da kabul etmediler.Fakat yinede anlaşmayı bozdukları için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlaşma yapmaları için Ebu Süfyan-ı Medineye yolladılar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli boş olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazırlayarak gizlice Mekke şehrini kuşattı. Aniden basılan Mekkeli Müşrikler neye uğradıklarını şaşırmışlar ve savaş hazırlığını bile yapamamışlardı. On ikibin kişilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karışmadan kolayca Mekke şehrini fethetmişlerdir.Hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.  

MUTE SAVAŞI

MUTE  SAVAŞI
İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra Müslümanlarla Rumlar arasında yapılan ilk savaş. Mûte, Şam bölgesine giren Belka yakınlarında bir yerin adıdır. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'ı Busra (Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye İslâm'a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassanile tarafından şehid edilmişti. Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Hz. Peygamber, ashabına çok düşkündü, onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı Zeyd b: Hârise idi. Şayet bu zât şehid düşerse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da şehid düşerse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düşman önce İslâm'a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazsa İslâm elçisini öldüren bu cânilerle savaşılacaktı. Peygamberimiz (s.a.s) orduyu Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp uğurladı.
Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji bilgisine sahip bir kimse de bu savaşa bir nefer olarak katılmıştır. H.8/M.629 yılında İslâm ordusu Medine'den çıkıp Mûte'ye ulaştığında karşılarında Bizans'ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. İslâm ordusunun kumandanları meseleyi tartıştılar; geri dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak hususlarını görüştüler. Ancak savaş görüşü ağır basmış ve iki ordu karşılaşmıştı. Zeyd. b. Hârise (r.a) şehit düşünce, sancağı, Cafer aldı Ca'fer'in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehid düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, Sahabenin şâirlerinden Abdullah b. Revâha aldı; o da şiirler söyleyerekharbetti ve şehâdet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine Hâlid b. Velid kumandayı ve sancağı eline aldı. O gün akşama kadar savaş yapıldıktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptı. Böylece düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da İslâm ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten evvelki bir hücumunda Hâlid, düşmana bir hayli kayıp verdirmiş ve bol ganimet de elde etmişti. İşte bu şekilde İslâm ordusunu Medine'ye sağ-sağlim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine'de, olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile kumandanların şehadetini anlattıktan sonra sıra Hâlid'e gelince "En sonunda sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı " buyurmuş ve bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabı verilmişti. Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savaşında elimde dokuz kılıç parçalandı." Bu ifadeden Mûte Savaşının ne kadar şiddetli geçtiğini anlıyoruz.
Bu savaşa katılmış bulunan Abdullah b. Ömer diyor ki: "Mute günü ben Ca'fer'i şehid edilmiş olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kılıç darbesiyle elli yara saydım. Bu elli yaradan hiç biri arkasında değildi. "Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasına hiç dönmeden düşmanla savaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Ca'fer şehit olduktan sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer" diye anılmıştır. Allah yolunda kesilen iki koluna karşılık Cenab-ı hak ona iki kanat ihsan etmiştir ki, bu; onun mânen yüce mertebelere eriştirildiğine işarettir denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabını ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehid kumandanı ve Habeşistan muhacirlerinden amcasının oğlu Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardından ağladı. Bu; sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa feryat değildi. Nitekim feryat tarzındaki ağlama haberleri kendisine ulaşınca böyle ağlamaktan müslümanları yasakladı. Peygamber Efendimiz şehitlerin ve bu arada amcasının oğlu Ca'fer'in ailesini de teselli etmişti.  

HAZRETİ PEYGAMBERIN ELÇİLERİ:

HAZRETİ  PEYGAMBERIN  ELÇİLERİ:
Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafindan , Islam dinine davet icin etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre Itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.
Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oglu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi
Necaşi Amr bin Umeyye ye layik olduğu ikrami yapmiş ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.
Rum Kayseri de Hazreti Muhammedin Mektubunu saygili bir sekilde eline alip yüzüne sürmüs ve Dihye `ye pek cok hürmet edip bir cok hediyeler vermistir.
Cünkü Rum Kayseri ile Iran Kisrasi arasinda bir süredir sert carpismalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almis ve bütün Arabistani benimsemisti. Iranlilar Müsrik oldugundan, bütün Ehl-i Kitabin düsmani idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardi.Iranlilarin Rumlara üstün gelmesinden dolayi Kureys Müsrikleri sevinmisler müslümanlar ise üzülmüslerdi.
Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmisti. Hevze Mektubu alip okudugunda eger Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demis Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkindan gel "diyerek dua etti ve kisa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüstür.
Gassan Hükümdarina Şuca Esedı (r.a)gönderılmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ‘’İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.
 İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrındekılere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderın’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlununbaskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.

HAYBER GAZVESİ:

HAYBER  GAZVESİ:
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır. Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz" buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı. Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı. Burada Mahmûd b. Mesleme atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar. Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş olmayı tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti. İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351). Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır.

HUDEYBİYE BARIŞI

HUDEYBİYE  BARIŞI
Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah'ın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler. Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed'in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Zira müşrikler, müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at aldı. Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı. Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.
Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i kerime'de şöyle buyurulur: "Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/10) ve "Allah şu mü'minlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19) âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu.
Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler. Buna göre;
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı .
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı.
Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler. "Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra mü'minlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular.
Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı. Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Bununla Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek. Allah sana şanlı bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu.
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha andlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım. Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı .
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar (Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204). Hz. Muhammed (s.a.s), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah'ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz" (Asım Köksal, a.g.e, Vl, 204). Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı .
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üçyüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri bu durum karşısında müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
 

KURAYZAOĞULLARI VE ONLARLA SAVAŞ:

KURAYZAOĞULLARI  VE  ONLARLA  SAVAŞ:
Kurayzaoğullari Medine'de yaşamış bir Yahudi kabilesidir.
Resûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiği zaman Yahudiler, küçük nüfus toplulukları halinde Suriye'den güneyde Yemen ve Umman bölgelerine kadar yerleşik halde yaşıyorlardı. Fakat onların en kuvvetli oldukları yer Hayber bölgesiydi. Aynı insan kitlesi Medine (Yesrib)'de de mevcuttu. Ancak anlaşıldığına göre bunlar, daha ziyade bir göz yumma ve müsamaha sayesinde buralarda barınmaktaydılar. Zira Hz. Peygamber'in Medine'de yürürlüğe koyduğu anayasada, insan unsurunu tayin ve tesbit eden maddeler, Yahudileri, meydana gelen konfederasyonun müstakil ve otonom kabile toplulukları değil, Evs veya Hazrec gibi çeşitli Arap kabilelerine mensup, onların himayesine sığınmış insan toplulukları olarak tavsif edip göstermektedir (M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ, İstanbul 1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd.).
Bunlar üç ana kümeden ibarettiler: Kaynukalılar, Nadîrliler ve Kurayzalılar. Fakat bunların arasında kan davaları bulunduğundan, ayrıca kendi dost ve müttefikleri arasında da bölünmüşlerdi. Bunlardan Kaynukaoğulları Hazrec'in müttefiki, Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları ise Evs'in müttefiki idiler (İbn Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ, İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır 1375/ 1955, l, 540).
Evslilerle Hazrecliler arasında savaş olduğu zaman, Kaynukaoğulları, Hazrecle; Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları, Evsle beraber çıkar ve her grup, kardeşlerine karşı, kendi müttefiklerine yardım ederler ve karşılıklı olarak birbirlerinin kanlarını dökerlerdi. Halbuki Tevrat ellerindeydi ve içinde (gerek lehlerinde gerekse aleyhlerinde) ne yazılı olduğunu biliyorlardı. Evs ve Hazrec ise müşriktiler; putlara tapıyorlar, ne Cennet ne Cehennem, ne ölümden sonra dirilme, ne kıyamet, nekitab, ne helal ne de haram tanıyorlardı (İbn Hişam, a.g.e., II, 540).
Savaş sona erince, biribirlerinden aldıkları esirleri, gûya Tevrat'a uyarak fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Kaynukalılar; Evslilerin elinde olan esirlerini, fidye vererek serbest bıraktırdıkları gibi, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları da, Hazreclilerin elinde bulunan esirlerini fidye ödeyerek bıraktırırlardı. Müşriklere yardım etmek için döktükleri kanlara ve aralarında öldürülenlere karşılık kısas uygulamazlardı. Cenab-ı Allah, bu tutumlarından dolayı onları şöyle azarlamaktadır:
"Bir zaman sonra siz, o kimseler oldunuz ki, artık birbirinizi öldürmeye aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşmeye başladınız. Eğer onlar size esir olarak getirilirlerse onlar (fidye karşılığında) esirlikten çıkarmak size haram kılınmışken, esir mübadelesi yapıyordunuz" (el-Bakara, 2/85).
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında genel bir antlaşma ve mukavele yapmıştı. Bu mukavele hükümleri arasında; Yahudilerin de Mü'minlerle bir topluluk teşkil ettikleri kabul olunmakta, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izni olmadıkça kendilerinin herhangi bir askerî harekâtta bulunamayacakları, ne Kureyşlileri ne de onlara yardım edenleri hiçbir şekilde korumayacakları, Medine'ye bir saldırı olduğunda elbirliğiyle müdafaada bulunacakları hükmü yer almakta, bu sırada Medine'de yaşayan Kurayzaoğulları da aynı hükme dahil edilmekteydi.
Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları, aynı müşrik kabîlenin müttefikleri oldukları halde, Nadîroğulları Yahudileri kendilerini, soydaşları Kurayzadan üstün tutarlardı. Bir Kurayzalı, Nadîrden birini öldürecek olsa tam diyet ödemeye mecbur tutulduğu halde; bir Nadûli Kurayzadan birini öldürdüğünde yarım diyet öderdi. Böyle bir dönemde Nadîroğullarından biri bir Kurayzalıyı öldürmüş her iki taraf Peygamberimize müracaat ederek aralarında hüküm vermesini istemişlerdi. Aşağıdaki âyet bunun iizerine nâzil olmuştur:
"Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, istersen onlardan yüz çevir (kendi hallerine bırak). Onlardan yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Şayet aralarında hükmedersen adaletle hükmet" (el-Mâide, 5/42).
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), her iki cemaatı eşit muameleye tabi tutmak suretiyle aradaki imtiyazı kaldırmış, Kurayzalıları, Nadîrlilerin seviyesine yükseltmiştir (İbn Hişam, a.g.e., II, 566).
Ne var ki, Kurayzaoğulları nankörlük ederek, Rasûlüllah ile olan muahadeyi bozan ve O'na karşı savaşa kalkışan Nadîrlilere katıldılar. Peygamberimiz, Nadîroğulları Yahudilerini muhasara ederek yurtlarından sürüp çıkardığı halde Kurayzaoğulları Yahudilerini affetti. Yeni bir muahede ile onları yerlerinde bıraktı (Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihad ve Siyer, 20).
Buna rağmen Kurayzaoğulları Yahudileri sinsi düşmanlıklarını sürdürmüşler; Hendek kuşatması sırasında Nadîroğullarına ait casuslar, onları müşriklerle işbirliği yapmaya tahrik ve teşvik etmiş, onlar da bu propagandaya kapılarak şehrin savunma planlarını boşa çıkaracak şekilde içerden harekete geçmişlerdi. Fakat Cenab-ı Allah, kâfirlerin tuzağını boşa çıkarmış, Müslümanları bunların şerrinden korumuştu (el-Vakidî, el-Meğâzî, Kahire 1367/1948, s.290).
İslâm düşmanları, Hendek muhasarasını kaldırıp gidince Resûlullah (s.a.s), evine gelerek silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve yıkanmıştı. Bu arada Cibrîl (a.s.) Peygamber (s.a.s)'e geldi ve:
"Sen silahını çıkarmışsın! Vallahi biz melekler henüz silahlarımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık ! " dedi. Peygamber: "Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayzaoğulları yurdunu işaret ederek: "İşte şuraya" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s), Kurayzaoğullarına doğru hareket etti (Buhârı, Meğâzî, 32).
Enes İbn Malik der ki; "Resûlullah (s.a.s) Kurayzaoğullarına sefer ettiğinde, Cibril'in melek alayının Ganmaoğulları sokağından geçtikleri sırada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim" (Buhârî, Meğazî, 32; İbn Sa'd, Tabakât, II, 76).
Hz. Peygamber (s.a.s), ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayzaoğulları muhasaranın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Resûlullah (s.a.s)'e, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de; "Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seciniz" dedi. Bunun üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler (İbn Hişam, a.g.e., III, 239; Buhârî, Cihad, 32; Taberî, Tarih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadı İbrahim, Beyrut II, 592).
Resûlullah (s.a.s), bunlar hakkında hüküm vermesini Sa'd İbn Muâz'a havale etti. Sa'd da:
"Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun" dedi (Buhârî, Cihâd, 32; Taberî, a.g.e., II, 592).
Hz. Peygamber (s.a.s), onları Medine'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da müslümanlar arasında taksim etmiştir (İbn Hişam, a.g.e., III, 240, 244).
Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubîninde şöyle dile getirir:
"Allah, Kitap ehlinden kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor kimini de esîr ediyordunuz" (el-Ahzâb, 33/26).
"Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye kâdirdir" (el-Ahzâb, 33/27; Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886).